Televizyonlarda yayınlanan belgeseller herkes gibi benim de dikkatimi çeker. Usanmadan saatlerce izlerim.
Canlı yaşamının hepsi ayrı bir hikâye..
Onların doğduklarında hayata tutunmak için verdikleri mücadele, takdire şayandır.
Kara kıtanın ıssız bucaksız çöllerinde yaşanır bu hikayeler..
Yeni doğan bir ceylan bile hemen ayağa kalkıyor, sırtlanlara, çakallara yem olmamak için.
Oysa yaradan, hayvanlara kendini savunacak kudreti ve kabiliyeti vermiştir; kabiliyeti, gücü olmayanlar ise daha yolun başında sürüden ayrılmak zorunda kalır.
Bir hikmet olsa gerek, sürünün bir kısmının yem olarak verilmesi sürünün selameti için bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor.
Peki, insanlarda durum nedir?
İnsan hayvanlara göre daha korumasızdır; ama Allah ona öyle bir şey vermiş ki, hiçbir canlıda olmayan akıl. Bu yeteneği sayesinde dünyaya tutunur ve dünyaya yön verirler.
Hayvanlar aleminde sahnelenen acımasız dramlar, insanlar aleminde yerini yeni trajedilere bırakır. Bunun da tek bir sebebi vardır; “İnsan denen varlığın insanlığını yaşayamaması”
Sahne aynı, senaryo aynı, başroldekiler aynı, piyonlar aynı.
Bu tabloyu anlayacak, yorumlayacak ve mücadele edecek değerler de aynı.
Bu kapsamda kendinizi anlamanız için nerede durduğunuza bakmanız sanırım yeterli olacaktır.
Bakışımız, duruşumuz bir su gibi berrak olmalı. Hayat ırmağında sandalımız sağa sola yalpa yapmamalı. Bir rotası olmalı ve hedefe ulaşmak için ilkelerinden asla vazgeçmemelidir.
Geçtiğimiz yerlerde iyi bir iz bırakabilmişsek yaşamımızın bir değeri ve anlamı olduğunu düşünme hakkına sahip oluruz.
Bu dünya, öyle bir tutkudur ki bizi kendisine köle yapar da hiçbir şeyin farkına varamayız. Onun uğruna nice değerler tarumar edildi. Nice badirelerden geçildi de gerçek mutluluk ve gerçek aşk bulunamadı.
Tutundukları vazgeçtiklerinden daha değerli olsaydı elem, keder ve üzüntü diye bir şey bilinmezdi. Canımız pahasına savunduklarımız bir gün bizi uçurumdan aşağıya atacağını bile fark edemez olduk.
Ölmeden dünyanın ne mal olduğunu anlayanlara ne mutlu; ne mutlu gerçeğin peşine düşenlere, ne mutlu gönül erenleri olanlara, ne mutlu kendini özünde bulanlara, ne mutlu hakkı tutup kaldıranlara, ne mutlu hakiki insan madeni olanlara, ne mutlu gerçek aşkı bulanlara…
Bakın bir yazar şöyle diyor;
“Dünya acı su gibidir, içenin sadece susuzluğunu artırır. Dünya, itin dişleri arasındaki kemik gibidir; it, et kokusunun verdiği iştahla habire ısırır ve yalar kemiği. Neticede ağzı kanar. Dünya, bir dilim et bulan çaylak kuşunun halini anımsatır. Kuşlar cümleten üşüşüverir onun başına. Çaylak zıplar, döner, direnir. Nihayet yorulur ve eti bırakır. Dünya, dibine zehir çökmüş bal kadehi gibidir; ilk yudumda tadı hoş gelir. Lakin sonu korkunç bir ölümdür. Dünya bir anda ışıyan ve aydınlık ümidi veren sonra da ansızın silinen şimşek gibidir. Ardından yine karanlık gelir.”
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
Ercan Akyıldız
"Hikaye dolu yaşam" hala devam ediyor
Televizyonlarda yayınlanan belgeseller herkes gibi benim de dikkatimi çeker. Usanmadan saatlerce izlerim.
Canlı yaşamının hepsi ayrı bir hikâye..
Onların doğduklarında hayata tutunmak için verdikleri mücadele, takdire şayandır.
Kara kıtanın ıssız bucaksız çöllerinde yaşanır bu hikayeler..
Yeni doğan bir ceylan bile hemen ayağa kalkıyor, sırtlanlara, çakallara yem olmamak için.
Oysa yaradan, hayvanlara kendini savunacak kudreti ve kabiliyeti vermiştir; kabiliyeti, gücü olmayanlar ise daha yolun başında sürüden ayrılmak zorunda kalır.
Bir hikmet olsa gerek, sürünün bir kısmının yem olarak verilmesi sürünün selameti için bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor.
Peki, insanlarda durum nedir?
İnsan hayvanlara göre daha korumasızdır; ama Allah ona öyle bir şey vermiş ki, hiçbir canlıda olmayan akıl. Bu yeteneği sayesinde dünyaya tutunur ve dünyaya yön verirler.
Hayvanlar aleminde sahnelenen acımasız dramlar, insanlar aleminde yerini yeni trajedilere bırakır. Bunun da tek bir sebebi vardır; “İnsan denen varlığın insanlığını yaşayamaması”
Sahne aynı, senaryo aynı, başroldekiler aynı, piyonlar aynı.
Bu tabloyu anlayacak, yorumlayacak ve mücadele edecek değerler de aynı.
Bu kapsamda kendinizi anlamanız için nerede durduğunuza bakmanız sanırım yeterli olacaktır.
Bakışımız, duruşumuz bir su gibi berrak olmalı. Hayat ırmağında sandalımız sağa sola yalpa yapmamalı. Bir rotası olmalı ve hedefe ulaşmak için ilkelerinden asla vazgeçmemelidir.
Geçtiğimiz yerlerde iyi bir iz bırakabilmişsek yaşamımızın bir değeri ve anlamı olduğunu düşünme hakkına sahip oluruz.
Bu dünya, öyle bir tutkudur ki bizi kendisine köle yapar da hiçbir şeyin farkına varamayız. Onun uğruna nice değerler tarumar edildi. Nice badirelerden geçildi de gerçek mutluluk ve gerçek aşk bulunamadı.
Tutundukları vazgeçtiklerinden daha değerli olsaydı elem, keder ve üzüntü diye bir şey bilinmezdi. Canımız pahasına savunduklarımız bir gün bizi uçurumdan aşağıya atacağını bile fark edemez olduk.
Ölmeden dünyanın ne mal olduğunu anlayanlara ne mutlu; ne mutlu gerçeğin peşine düşenlere, ne mutlu gönül erenleri olanlara, ne mutlu kendini özünde bulanlara, ne mutlu hakkı tutup kaldıranlara, ne mutlu hakiki insan madeni olanlara, ne mutlu gerçek aşkı bulanlara…
Bakın bir yazar şöyle diyor;
“Dünya acı su gibidir, içenin sadece susuzluğunu artırır. Dünya, itin dişleri arasındaki kemik gibidir; it, et kokusunun verdiği iştahla habire ısırır ve yalar kemiği. Neticede ağzı kanar. Dünya, bir dilim et bulan çaylak kuşunun halini anımsatır. Kuşlar cümleten üşüşüverir onun başına. Çaylak zıplar, döner, direnir. Nihayet yorulur ve eti bırakır. Dünya, dibine zehir çökmüş bal kadehi gibidir; ilk yudumda tadı hoş gelir. Lakin sonu korkunç bir ölümdür. Dünya bir anda ışıyan ve aydınlık ümidi veren sonra da ansızın silinen şimşek gibidir. Ardından yine karanlık gelir.”
İnşallah gününüz, günümüz hep aydınlık olur.